2005 Ocak
Yolculukta ayağı rahat etsin diye giydiği
spor ayakkabı mola yerinde kayar mı acaba diye düşünüyor. Parlaklığı gece ile
kaybolmuş, mat ve soluk bir beyaz olmuş ovada bir tek yüz görüyor. Gözlerinde
hüzün, gözlerinde sevgi, gözlerinde hiçbir şey olan sevgili yavrusu… Kalbi
ağlıyor, gözlerindekine hakim ,ama ya kalbine..
Özledim diye düşünüyor.
Çocukluğunda, kızdığın zamanlarda bize duyuracak bir ses tonu ile söylenmeni, sınav
günleri, okula gitmek için evden çıkarken kapı aralığından “ anne başarırım
değil mi?” diye sormanı daha birçok şeyi
ve en çok da annecim diye sarılmanı....
Beş ay önce, o güzelim
Eylül günü doktorun söylediği ile karardı. Parlak sarılar koyu kahve oldu. Soğumaya
başlayan havanın insanı sarıp sarmalayan esintisi fırtınaya döndü.
Bu olası mı diye
söyleniyor.
Doktora gitmiş olmanın doğru olduğuna kendini inandırmalı önce..
Kafası büyümüş gibi sanki…İçinde yüzlerce ses… Başlıyor anlatmaya, kendine, içindeki
seslere….
Sıradan insanlardan
farklı benim çocuğum. Benden, babasından farklı o. Ben farklı olması ile
gururlanmadım mıi ? Çok kitap okuması,
çok şey bilmesi, çok iyi bir hafızası olması, kötü
alışkanlık edinmemesi, biraz uçuk, biraz kaçık olması ile........
Şimdi neler oluyor?
Çocuğumu doktora ben götürmedim mi?
Arkadaşları azaldı, hep yalnız,
üniversiteye devam etmiyor, ev en büyük sığınağı diye, Indigo çocuk olduğuna inanıyor diye ve bu
çocuk hayatını nasıl sürdürecek diye ve herkese doğru olan ona neden ters
geliyor diye?
Şimdi telaş içindeyim,
korku içindeyim diyor mırıltı ile.
Doktorun söyledikleri
doğru mu? Bu ilaçlar ne yapıyor böyle? Çocuğumun günlerinden günler mi
çalıyoruz? Gözlerindeki ışığı alıyor muyuz? Bebeğimi üzüyor muyuz?
Yok mu yardım eden?
Daha 5 yaşında. Kumsalda uzanmış, dikkatle elindeki satranç kitabını
inceliyor. Sanki okuyor ve taşların
hareketlerini anladığını söylüyor. Ben nasıl da mutluyum. Kendi kendime
gülümsüyorum ve elimdeki kitaba
dönüyorum.
Daha 6 yaşında. Anaokulu sene sonu gösterisi. Keloğlan..
Çok güzel, mutlu ve başarılı. Sesine hakim, ezberini unutmadı.
Tüm veliler ayakta alkışlıyor. Gözlerimde yaşlar, içim sıcacık, nasıl da
gururluyum..
Daha ilkokul birinci sınıfta. Henüz
cep telefonları yok. Okul Müdürünün odasından beni arıyor ve “anne geç
kalmayacaksın değil mi?” diye soruyor. Nasıl da mutluyum kendi işini hallediyor
diye..
Daha 8 yaşında. Sünnet oluyor. Tören yerine bilgisayar almamızı istiyor.
Nasıl da gururluyum. Akıllı oğlum…
Daha hazırlık sınıfında, Fransızca
öğreniyor….Nasılda mutluyum sınavları başardı diye, İngilizce nasıl olsa
öğrenir, Fransızca bilecek diye…..
Daha 18,19,20 yaşında.. 3 kez girdiği Üniversite sınavının üçünde de iyi
üniversiteler, iyi bölümler kazanıyor. Nasıl da anlatıyorum bu çocuk bir de
çalışsa ne olacak diye…
Zeynep’in dikkati yine
ayaklarındaki spor ayakkabılara kayıyor. Mola zamanı…. Dışarısı kar ve buz..
Kaymadan yürümeliyim diyor.
Saat 2.30. Araba hareket ediyor….Dışarısı
müthiş. Bir köyden geçmekteler. Yer beyaz, gök gri, mor ve siyah. Gökyüzünde
yüzler gizli sanki. Tek tük evlerde ışık var, kavak ağaçları, ipten doğru
dizilmişler. Çamlar karla kaplanmış ve özgürce dallarını uzatmış olan diğer
ağaçlar…
Evler seyreliyor, gözden
kayboluyorlar. Göz alabildiğine beyaz.. İçim serinledi diye düşünüyor Zeynep.
Başım neden böyle? Sanki çok ağlamışım
da, başımı taşıyamıyormuşum gibi…
Yan koltukta oturan
oğluna bakıyor, gözlerinde nem, kalbinde hıçkırıklar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder